Yeni geldim uzak diyarlardan. Her tarafım ağrıyor özellikle de ayaklarım. Seyrü sefer güzel hele mevzu İstanbul olunca. İstanbul güzel bir o kadar da büyüleyici kimi zaman ise kendine bağımlılık yaratıyor ama tüm bu yazılanlar İstanbul’u tanıtan bir dergi yazısında bir anlam ifade edebilir.
Benim için ise büyük, kocaman uçsuz bucaksız insan yığınlarının olduğu bir şehir. İstanbul’u sevmek ama uzaktan sevmek için insan etrafına baktığında birçok neden bulabiliyor. Akşam eve gittiğinde daha doğrusu gitme telaşında bu güzel şehre en kötüsünden onlarca lanet yağıyor. Şahit oluyorum suratlardaki mutsuzluklardan, yorgunluklardan. Ayakta kalabilmek, muhtaç olmadan yaşabilmek tek derdi insanların. Sabahın köründe evinden çıkıp akşam karanlığında eve varmak. Yorgun, argın bir o kadar mutsuz. Açlık sınırında yaşamaya çalışan metrobüs insanları hep tatil günlerini bekliyor. Deliksiz bir uyku çekmek ve İstanbulun her gün gösterdiği o acımasız yüzünü unutmak. İstanbul turist için güzel, İstanbul öğrenci için güzel özellikle de İstanbul parası olan bir köşe başını sımsıkı tutan için güzel.
İnsan kalabalıklarının arasından geçerken hep bozkırda yaşamayla İstanbul’da yaşamanın arasında ki farklarını düşünüyorum. Bir tarafta ayak tabanımda yürümekten ve koşturmadan muzdarip ağrılar diğer tarafta fikrimde ürettiğim çözümler. Hayata bozkırda başlayıp büyük şehire gitmek sanki daha mantıklı. Daha bir dirençli daha bir umutlu oluyor insan. İstanbul insana 1 birim verirken hayatından 10 birim çalıyor. Farkında olanlar farklı şeyler yapmaya çalışırken farkında olmayanlar İstanbul’da yaşamanın tatminkar ! cazibesine kapılıp yolüstü hayatlara devam ediyor. Hayat metrolarda, otobüslerde ve parke taşlarında geçiyor. Birbirimizi ezerek güç gösterisi yaparak. Tek yaptığımız aslında akıp geçen ömrün farkında olmamak.
İstanbul’a dair birkaç yazı daha yazmak istiyorum. İnşallah vakit buldukça İstanbul’un benim için anlamına da değineceğim.
“Tek yaptığımız aslında akıp geçen ömrün farkında olmamak…”